×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Yusuf DURU

KELBİN KUYRUĞUNUN ALTINDAKİ PİRE

Milletler için çok önemli isimler vardır. Bunlar o milletin tarihinde, yaptıkları işler, yürüttükleri mücadeleler ve gösterdikleri gerçekten büyük fedakarlıklar sayesinde isimlerini tarih sahifelerine altın harflerle yazdırırlar ve hafızalarda yer ederler. İşte Şehabeddin efendi de bu tür bir isimdir.
Cezayirin istiklaline kavuşmasında gösterdiği gayret, azim ve fedakarlık tüm dünya tarafından takdir edilmiş ve ismi hafızalarda silinmemek üzere yer edinmiştir. Kendisi Nakşi bir alimdir. Aynı zamanda büyük bir mutasavvıftır. Sakin, itidalli ve sürekli düşünen, az konuşan ama öz konuşan bir yapısı vardır. Derslerine devam eden öğrencilerine sürekli sabrı ve sükuneti tavsiye etmekte ancak her birini vakti saati gelince kınından çekilmeye hazır keskin birer kılıç gibi yetiştirmektedir. 
Ancak her hocanın olduğu gibi Şehabettin efendinin talebeleri arasında da muzır ve hadsizler vardır elbette. Öyle ki iki talebe sanki özellikle birileri tarafından seçilerek gönderilmiş ve hemen her dersi kaynatmak etmek için özel vazifelendirilmiş gibi saçma sapan sorular sorup, yorumlar yaparak hem üstadın vaktini çalmakta, hem de diğer öğrencilerin kafalarını karıştırmakta idiler. 
Bir gün Şehabettin efendi ahiret, ölüm, yeniden diriliş, sorgu, sual gibi başlıklarda toplanmış olan Haşır gününü anlatmakta, kulların nasıl dirilip hesap vereceklerini delillere dayandırarak tarif etmekte idi. Bu haddini bilmeyen iki öğrenci için de fırsat ortaya kendiliğinden çıkıvermişti. Birisi elini kaldırıp söz istedi. Güya soracağı soruyla hem hocasını sıkıştıracak, hem konuyu kaynatacak, hem de öğrencilerin kafasını karıştıracaktı. Aynen şunu sordu, 
“Hocam, kıyametten sonra bütün insanlar yeniden kalkacaklar mı?” Şehabettin efendi adeta bunun arkasından ne geleceğini biliyormuşçasına gülümseyerek “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine işgüzar ve hadsiz öğrenci hemen atıldı. “Ama hocam biliyorsunuz ki dünyanın yaşı milyarlarca yıl var ve ilk günden bu yana yine milyarlarca sayısız insan gelmiş daha da gelecek, Hem ne kadar daha geleceğini de bilmiyoruz. Bu milyonlarca sene boyunca ölen insanların hepsi dirilecekse ve toplanacaksa acaba bana yer kalacak mı diye düşünmeden edemiyorum.?” 
Şeyh Şehabettin efendi tebessüm etmeye devam ederek şöyle cevaplar bu soruyu.
“Evladım ne diye esef edersin. Sen de biliyorsun ki, üzerinde yaşadığımız dünyadan milyonlarca kere daha büyük dünyalar var kainatta. Sayısız gök cisimleri, göğün belli katlarına yerleştirilmiş vaziyette hayatlarını kendi lisanı halleriyle yaratıcıları olan Rabbi zikrederek sürdürüyorlar. Her birine yer bulan Cenabı Allah kıyamet gününde senin gibi bir pireye de elbette bir kelbin (köpeğin) kuyruğunun altında yer bulur, merak etme” 
Bunu duyan öğrenci kızarır, morarır, bozarır ama bir şey demeye muktedir olamaz. Sevgili dostlar, kıymetli okurlar sizlerde bilirsiniz. Mutlaka karşılaşmışsınızdır. Her devirde insanlığı felakete sürükleyen, büyük ya da küçük ölçekli şirketlerde idarecilik, işletmecilik yapan insanların düştüğü en büyük hata her şeyi ben bilirim havasıdır. Her devirde insanlığın inkırazına sebebiyet veren insanların aslında hiçbir şey bilmediklerini, hiçbir şeye muktedir olamadıklarını hep beraber görmekteyiz. 
Unutmayın, bilmediğini itiraf eden ve bunun idrakinde olan insanlar tevazu sahibi insanlardır. Liyakat sahibi ve işinin ehli insanlara verilen sorumluluklar mutlaka başarılı sonuçlar doğurmaktadır. Aksi halde işi bilmeyen, yeterli deneyimi, birikimi olmayan, liyakat sahibi olmayan insanlar elbette yaşadığı toplumu, milleti ya da çalıştığı şirketi inkıraza uğratmaktan geri kalmayacaklardır.
Kişi hak ve hürriyetleri, bir diğer kişinin hak ve hürriyetlerinin başladığı yerde biter. Hiç kimse, hangi konumda olursa olsun, ne kadar yetkili olursa olsun kişisel özgürlüğe müdahele etme hakkına da yetkisine de sahip değildir. 
Bugün bir şekilde televizyonda, gazetelerde, radyoda, internet ortamında, sosyal medya dediğimiz alanda gözümüze ya da kulağımıza çalınan, duyduğumuz ya da gördüğümüzde rahatsız olduğumuz, icra eden adına zaman zaman utandığımız, mücadele, münakaşa, münazara  dedikleri sonu gelmeyen hakaretler, ithamlar, karşılıklı küfürleşmelerin temelinde hep ben daha iyi yaparım, ben daha iyi bilirim, benden başkası bu işi yapamaz temelli düşüncelerin ve ruh yapısının olduğunu iyi bilmek gerek. 
Verilen sözler, vaadler, yapılacağına dair edilen yeminler, tutulan şahitler olmasına rağmen güç odağına oturan, iktidarı ele geçiren ya da yetkili konuma gelen hemen herkes daha birkaç gün, hafta ya da ay önce sarf ettiği o kocaman sözleri, verdiği o kendince müthiş vaadleri unutuveriyor ne hikmetse, akıl tutulmasına uğruyor. İsminin önüne siyasetçi diye bir unvan koyan herkes gelebileceği en üst makama çıkabilmek için en yakınından en uzağına kadar madur ettiği, zor durumda bıraktığı kişilerin, samimiyetini, sosyal durumlarını, emeklerini, inançlarını, güvenlerini bir çırpıda yok etmeyi marifet sayıyor ve hiç düşünmeden, geriye bakmadan, dün konuştuklarını hatırlamadan hırsla o en üst makama doğru yürümeye devam ediyor. 
Ola ki amacına ulaşamadı, o zaman da rakiplerini, kendine göre karşı taraf olan, öteki olan grubu, kişileri ya da siyasi partiyi, sivil toplum örgütünü, hatta vatandaşı, arkadaşlarını, dostlarını, ailesini suçlamakta bir beis görmüyor. 
Atalar dilin kemiği yoktur diye boşuna söylememişler. Ve hemen ardından eklemişler. “İşte o yüzden Allah insanın boğazına doğuz boğum vermiş. Söyleyeceği sözü dokuz kere boğsun bir kere çıkarsın diye.” Peki bu konuda müspet örnekler yok mu? Elbette var olmaz mı? Çevremize baktığımızda yüzlercesini görürüz. Ama negatif manzaralar, menfi uygulamalar, haksız icraatlar o kadar çoğaldı ki, bu müspetleri gölgeliyor, kapatıyor ve görülmesini, anlaşılmasını, duyulmasını, öğrenilmesini neredeyse engelliyor. 
Günümüzdeki acı ve üzücü manzarayı tarif etmek gerçekten çok zor. Öyle ki artık öğrenci öğretmenini, kalfa ustasını, evlat anne babasını, hangi konumda olursa olsun idareciler, çalışanlarını beğenmemekte, eleştirmekte hatta çok ağır sonuçlar doğurabilecek kararları hiç düşünmeden pervasızca verebilmektedirler. 
Sözün zamanı yoktur. İster şu an verilsin, isterse on beş sene önce verilsin. Ve insan verdiği sözü unutuyorsa o zaman imanında, teslimiyetinde, liyakatinde, kalbinde, gönlünde hasılı insanlığında bir sıkıntı var demektir. Çünkü yine atalarımızın çok güzel bir benzetmesi vardır. “Söz namusdur” derler. Peygamber aleyhisselamın diliyle iyi bir Müslümanın vasıfları anlatılırken “verdiği sözde duran, sözünü unutmayan, sözünün arkasında duran, emin, güvenilir” gibi açılımlar yapılmaktadır. 
Şu an yaşadığımız hayatın içinde, toplumun düçar olduğu bu keşmekeşi neye benzetiyorum biliyor musunuz? Usta ve tecrübeli bir kaptanın idaresinde, uçsuz bucaksız bir ummanda yolculuk yapan geminin tayfaları “biz bu gemiyi kaptansızda idare ederiz” diyerek geminin idaresini ele geçirdikten sonra aralarındaki güç kavgasından bir müddet sonra anlayışsızlıklarının, hodbinliklerinin, bencilliklerinin ve sadece liyakatsiz bir şekilde ben merkezli düşüncelerinden dolayı gemiyi batırmalarına. 
Allah sonumuz hayretsin. Gemi batmadan Allah bize akıl feraset versin, uyandırsın. 
A’raf Suresi 155. Ayeti Kerimede Musa Aleyhisselamın kavmiyle yaşadığı büyük sıkıntıların sonunda Rabbine ettiği dua bize şöyle aktarılır. 
«Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!”
 

YORUM YAPIN

haber yazılımı | Copyright © 2024